MECİDİYE KÖYÜ
1964 Eski Cami Şadırvanının Önü
Sol baştaki çocuk; Ömer Delice, yanında Korucu Hüseyin. Ortada beyaz atkılı Sadeddin Delice. Sağdan ikinci Abdullah Baykan, yanındaki sakallı Hüseyin Yakıcı
1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi) sonunda milli sınırlar dışında kalan Batum, Rus işgaline uğrar. Böylece Osmanlı yönetiminden Rus yönetimine geçen Batumi Sancağı, Rusların değişik baskılarına maruz kalır. Bu durum karşısında yerel halkın bir kısmı atayurtta kalıp mücadele etmeyi bir kısmı da Osmanlı topraklarına göç etmeyi tercih eder. O zamanlar Ruslar ezici bir kuvvete sahiptir. Bu küçük coğrafyanın direnme gücü ise son derece sınırlıdır. Bu durumda, birinci yolu tercih edenlerin şiddetli baskıları ve hatta ölümü göze almaları gerekmektedir. Yerel direnişler başlar fakat bunlar oldukça cılız kalır. Sonunda 1880'li ve takip eden yıllarda Osmanlı topraklarına akınlar başlar ve yerel Gürcü halkının önemli bir kısmı Batumi'yi terk eder.
Evet... Aslında yukarıda anlatılanlar Türkiye'deki bütün Gürcü köylerinin ortak senaryosudur. Sakarya'nın Karapürçek ilçesine bağlı Mecidiye Köyü de bu köylerden biri. Kuzey Anadolu Dağları'nın en doğu ucundan yani Batumi'den 1880'li yıllarda başlayan göçler, aynı dağ sisteminin en batı ucunda yani bugünkü Mecidiye Köyü'nde sona ermiş. Sırtını dağa yaslayan Mecidiye Köyü, Adapazarı Ovasını kuşbakışı seyrediyor. Dağlık-ormanlık yapıya alışık olan Gürcü göçmenler bilerek ve isteyerek böyle bir yerde köylerini kurmuşlar.
Mecidiye Köyü'nün halk arasındaki ismi Gâvurharmanı'dır. Köy, her ne kadar fazla eski bir tarihe sahip değilse de, kurulduğu yer, daha önce değişik halklar tarafından iskân edilmiştir. 1326 yılında Konuralp tarafından fethedilen Akyazı ve havalisi (köy de bu havalinin içinde yer alır) 1337'de Kocaeli Sancağı'na bağlanmıştır. Adapazarı'nın 1954 yılında il olmasıyla, Akyazı Kazası vasıtasıyla buraya bağlanan Mecidiye Köyü en son 1991'de Karapürçek İlçesine bağlanmıştır. Yerleşme Şekli ve Mesken Tipleri Köy, muntazam bahçeli evlerden oluşur. Her evin çevresinde, çoğu kez arkasında birkaç dekar büyüklüğe kadar ulaşabilen bahçe bulunur. Bu bahçe fındıklık, sebze-meyve kısmı, fındık harmanı ve kavaklık gibi kısımlardan oluşur. Bahçe içinde evi tamamlayan mesken eklentileri (ahır, mısır ambarı, samanlık, kümes, ekmek fırını, garaj gibi...) geleneklerle şekillenmiştir.
200 haneli köyün nüfusu 2005 itibariyle 1000'in biraz üstündedir. Köyün asıl nüfusu, şu anda köyde bulunanların en az iki-üç katıdır ve bu nüfusun çoğu İstanbul, Adapazarı, yakın ilçeler ve Avrupa'da yaşamaktadır. Köye ilk gelenlerin hepsi vefat etmiştir, ilk gelenlerin çocukları köyün en yaşlılarıdır. Bugün yeni kuşak olarak köyde dördüncü ve beşinci jenerasyon mevcut. Önceki kuşaklar Gürcüceyi iyi konuşuyor. Fakat özellikle beşinci kuşak, Gürcüceyi anlıyor ama konuşamıyor.
Köyün 1995 sayımında nüfusu 759'dur (Erkek: 379, Kadın: 380). Köyde hem doğum oranındaki azalma hem de dışa göç sebebiyle çok düşük bir artış, hatta nüfusun yerinde sayması söz konusudur. Karapürçek ilçesine bağlı 10 köyün nüfusça en büyüğü olan Mecidiye Köyü, nüfus artış hızı yönünden diğer köylerden daha düşük değerler gösterip 8. sırada yer alır. Köy, bugüne kadar dışa çok göç vermiştir. Bu durumu köy nüfus defterine kayıtlı 4.365 kişi tescil eder. Şüphesiz bu nüfus köyün asli nüfusudur. Köyde eğitim düzeyi maalesef çok geridedir. Okul çağı ve üstündekiler arasında okuma-yazma oranı % 88'dir. Fakat bunun çoğunluğu ilkokul mezunudur. Köy nüfusunun % 60'ı ilkokul mezunu, % 3,7'si orta ve lise mezunu olup % 13,2'si halen öğrencidir. Üniversite mezunları gittikçe artmaktadır. Eğitim düzeyinin düşüklüğü üzücü bir durum olmakla birlikte, son yıllarda değişen anlayışlar ve bilinçlenme, bu düzeyin hızla yükselmeye başlaması sonucunu doğurmuştur.
Mecidiye Köyü'nün ekonomik potansiyeli bugün tam işletilmemektedir. Bunda tarım metotlarının geri olması etkendir. Köyde fındıkçılığa endeksli gelişen ekonomik hayat, yeni açılımlara ihtiyaç duymaktadır. Süt inekçiliği, besicilik, arıcılık, alabalık yetiştiriciliği gibi alternatif geçim kaynakları için her türlü ortam mevcuttur. Son yıllarda ilçede ve çevre köylerde açılan fabrikalar, kızlı erkekli köy gençlerine ve dolayısıyla ailelerine yeni bir geçim kapısı sağlamıştır. Bu sayede köyden dışarıya göçte azalma olmuştur.Göç Üzerine Denemeler - Nafiz Selvican
Devlet-i Aliyye-i Osmaniye ya da Devleti-i Ebed Müddet savrulurken bir cepheden diğer cepheye, bu büyük sosyal – siyasal organizmanın birer ferdiydik kendimizce. Hiç bir şeyden haberimiz yoktu, adeta biz bize yaşıyorduk kendi kaderimizi; kimimiz Batum’da kimimiz Selanik’te, kah Manastır’da kah Halep’te kah Bağdat’ta… Ne İngilizlerin Orta Doğu petrollerini sırtlanların avını diş biler vaziyette bekler gibi gözlediklerini, ne Rusların (sıcak deniz) siyasetini ne Fransızların kabarmış iştihalarını bilirdik. Dedim ya, biz bize yaşıyorduk kendi kaderimizi Manastır’da, Sofya’da, Niş’te, Bakü’de, Halep’te, Bosna’da… Biz sadece bir şeyi öğrendik Osmanlı devletinin 93 Muhacirleri olarak: Göç etmeyi… Önce Ruslar Kafkaslardan yüklendiler Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’ye, sonra Bulgarlar en son da Düvel-i Muazzama yüklendi ameliyat masasındaki kadavrayı parçalamak için…
Bunların ardından kadavradan arta kalan kırıntıları toplamak için Ermeniler, Yunanlılar -bilmem ne belası- vs. Gövde büyük, haşmetli; büyük bir çınar gibi kök salmış Anadolu’ya Rumeli’ye Fizan’a Hicaz’a, Kafkas’a. ”Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için” son bir hamleyle Devlet-i Aliyye-i Osmaniye; lakin fayda yok. Kılıçlar bilenmiş kuşanılmış, her şey tamam işte artık… Bu büyük medeniyeti bitirmek için nihai bir darbe lazım; o da mesele mi? Hemen 93 Harbi devreye sokuldu, o da yetmedi, ardından Balkan Savaşları. En nihayetinde I.Dünya Harbi kapıya dayanmıştı işte. Yapacak pek fazla bir şey de kalmamıştı esasında… Mehmetçik bir cepheden bir diğerine koşarken, aslında savrulan külleriyle etrafa büyük bir medeniyet yangınından artakalan yanık kokusuydu. Cepheden cepheye savrulan bir medeniyetti oysa. Bundan böyle öksüz, yetim kalmış bir medeniyetin fertleri olacaktık. Harap ve bitap düşmüş insanlar ve boynu bükük bir vatan…Üstad Necip Fazıl’ın “Nerede kardeşlerin, cömert Nil yeşil Tuna?” mısrasında bizleri acı acı tebessüm ettiren bu derin manada aslında bizim de savruluşumuzun, kopuşumuzun hikayesi yatmakta. Yap-bozun bütün parçaları bir yerlerde, birileri tarafından tekrar keşfedilmeyi beklemekte. Kim bilir, belki bir gün neden olmasın. İşte böyle koptu koca çınarın bütün dalları. Kala kala bir yanık gövde kaldı, o da bin bir güçlükle kazanıldı.
Okuduğumuzda ülkemizde yaşayan insanların hikayelerini aynı trajedinin izlerini görebiliriz açıkça. Bu büyük bir trajedi değil de neydi? Bittabi göz görmek istediğini görür. Bu öyle bir trajedidir ki, koparken vatanın bütün parçaları, siz de koparsınız yerinizden, yurdunuzdan, vatanınızdan, yaylanızdan… Sırtınıza ceketinizi alıp saçılırsınız yollara aç, biilaç, sefil, sersefil… Çoluk-çocuk, köylü-şehirli, genç-yaşlı demeden sığınacak bir liman ararsınız. (Tabi ki varsa sığınacak bir limanınız.) Biz 93 Muhacirleri ve diğer tüm muhacirler talihliydik, sığınacak bir vatanımız vardı herşeye rağmen.
Baktığınızda göreceksiniz tüm 93 Muhacirlerinin köy adlarına. Çoğunda Sultan Abdülhamit’in imzası vardır. Bu arada Mustafa Kemal Atatürk’ün mübadeledeki hakkını, İsmet İnönü’nün 1940’lı yıllardaki muhacirler için teşebbüslerini, nihayetinde Turgut Özal’ın teşebbüslerini ve göçmenlere sağladıkları kolaylıkları bu millet adına sahip çıkmalarını da anmak gerekir. Bütün bunları anlatmak kadar anlamak da önemli elbette. Tarihten ders almayan toplumlar, yaşamaya mahkumdur aynı makus talihi. Göç katarlarını yeniden düzmemek için yollara, bu toprağın hikayesini bilmekte fayda var dostlar. Göç üzerine bir şeyler yazmak geldi içimden, bizler de muhacir olarak, bu konuda bir şeyler söylemeliydik. Böyle kanlı, sancılı, acılı bir geçmişimiz var bizim…Dostoyevski der ki: “Sefalet kapıdan girince, asalet bacadan çıkar.” İşte bize bunu yaşatmayan Türk milletine, Türkiye’ye ve -bizi biz yapan- medeniyetimize minnet borcumuz büyüktür. Belki fakir yaşadık, belki çok acılar çektik; ancak düşman çizmesi altında ezilmedik, horlanmadık. Avrupa’da yaşayan gurbetçilerimiz iyi bilir bu duyguyu. Buna da gerek yok aslında, yakınımızda komşumuz Irak’ın haline bakmak, ibret almak için yeter de artar bile…
İşte bizim hikayemiz, Türkiye ‘de yaşayan Batumlular olarak böyle idi. Tarihe bir de bu kesitten bakmakta fayda var kanımca. İnsanların nasıl ki künyeleri varsa toplumların da şecereleri vardır elbette. Toplumların hikayesi elbette insan hikayelerinin bileşkesidir.
Bu bağlamda şeceremize bir göz atmak adına bu yazıyı kaleme alma ihtiyacı hissettim. Türkiye’de yaşayan Batumlulara ve göç trajedisini yaşayan tüm 93 Harbi muhacirlerine, yüce milletimiz adına bizlere sahip çıkan tüm devlet büyüklerimize tarih huzurunda saygılar sunarım… Ruhları şad olsun!***
Kayıp Sayfalar
Bir hikayemiz vardı bizim kayıp sayfalarda,
Kayıp bir medeniyetin,
Ruhunu engin sularda kaybetmiş çocuklarıydık.
Bir gün çıkaracaktı birileri batık hikayemizi.
Belki bir gün özlemin dili olurduk,
Yüreğimiz de ses oluverirdi,Mazlumlara…
Büyük bir tarih yangınından,
Çıktı yüreklerimiz…
Savrulduk Anadololu’nun bereketli topraklarına,
Başak taneleri gibi…
Yağmuru görünce, güneşi emince yüreklerimiz,
Boy verdi başak başak tarlalarda.
Özümüzdeki Kafkas ateşi,
Meşale oldu yurtlara, ocaklara.
Küllerimizden doğduk yeniden.
Merhaba, büyük ülke, kutsal vatan Türkiye.Nafiz SELVİCAN -Türkçe Öğretmeni